- 0
Durduğunda tir tir titrediğini fark etti. Etrafına baktı. Neresiydi burası? Etrafa bakarken gözlerine inanamadı. Beyni mi getirmişti onu buraya yoksa ayakları mı?
Hala üşüyordu. Sıcak bir sahlep ne iyi olurdu. Tarçının kokusu onu hep rahatlatmıştı. Kim bilir zihni hangi sorunu çözüme ulaştığında tarçın kokusunu almıştı da kodlamıştı bu enfes kokuyu.
Yıllar önceydi lisede arkadaşlarıyla Uludağ’a kayağa gitmişlerdi. Kalın giyindikleri halde ne kadar üşümüşlerdi. Ayaklarının bile acıdığını fark etmişti. O acının üzerine içtiği sıcacık tarçınlı sahlebin tadını sonraki tattıklarının hiç birinde alamamıştı.
Hayatta aslında herşeyde bu ince sır vardı. Mutluluklar, hazlar, bize en tatlı duyguları yaşatan anlardı. O anlar ki hepsi olumsuzlukları en üst seviyede yaşarken kavuştuğumuz ikram zamanları...
Hüzün olmasa mutluluk hissedilir miydi? Kötülükler olmasa iyiliklerin değeri bilinir miydi? Acı olmasa tatlının verdiği keyif olur muydu?
Artık çok yorulmuştu. Kapıdan içeri girse miydi? Ayakları zihninin derinliklerine uymuş, o düşünürken saatlerce yürütmüştü demek ki onu. Pişmanlıklarını, özrünü nasıl ifade edecekti? Peki özür kafi gelir miydi? Oysa tercihini yaparken çok da emindi. Çünkü herşey çok aşikardı.
Aslında düşününce nasıl bu kadar kör olduğuna şaşırdı. Kendisini hep adaletli ve ince düşünceli sanırdı. Ne, hangi duygu onu bu hale düşürmüştü. Görememişti işte...
Hayır hayır görmüştü de görmek istememişti. Belleğinin uçlarından bazı sorular gelmişti ama o geri itmişti. Şimdi kendiyle yüzleşiyordu. Pişmandı. Özürleri vardı ama kırılan vazonun tamiri nasıl oluyorsa öyle olacaktı.
Tevbeleri vardı ama paramparçaydı. Rabbiyle de yüzleşecekti. Gücü, kanı çekilmişti sanki. Yağmur ve gözyaşları yıkamış yunmuşmuydu acaba? Affet Allahım Affet diye inim inim inleyerek yürümüştü o yolları. Kaç cadde geçmişti, farkına bile varmamıştı trafik ışıklarının. Pişmanlık böyle bir şeydi.
Vardığı kapının ardındaki onu af diletmeyecekti. O kadar naif biriydi. Onun bu halini görünce ‘Geçti gitti, boşver.’ diyecekti. En acısı da buydu. Bu kadar naif, ince düşünceli, diğergam birine inanmak yerine tanımadığı mesleği bile yalan söyleme üzerine kurulu birine inanmıştı. Yürek yakmıştı. Şimdi alev alev yanıyordu.
Allahım bu nasıl bir pişmanlıktı böyle. Nereden tutsa yangını körükleniyordu. Düşünceler birbirini kovalarken kapı aniden açıldı. Karşısında tanımadığı bir sima ‘Buyrun.’ dedi.
-Ben Anıl Bey’i görecektim.
-Kendisi bir süredir hastaydı, bu sabah vefat etti. Mahalle camisinde ikindi namazı akabinde cenaze namazı kılınacak ve ...
Artık gerisini duymuyordu. Omuzlarında dayanılmaz bir yük hiisetti. Sanki başı bedeninin üzerinde duramıyordu.
-Allahım ben ne yapacağım. Allahım affet beni. Allahım mağfiret et bana.
Nasip olmamıştı işte. Olmamıştı. Yetişememişti. Son bir kez göremediği gibi hakkını helal et diyememişti. Çok incittim seni, sen haklıydın diyememişti. Hesap öte tarafa kalmıştı. O gitmişti. En sevdiği kardeş gibi olduğu Anıl gitmişti. Kendinden daha iyi tanıdığı ve çok güvendiği halde nasılda yargılamıştı onu. Söyledikleri ve susmalarını görmezden gelmişti. Belki de nefsi ağır basmıştı.
Artık diyemedikleriyle susacaktı. Başı önünde ona karşı son görevini yapacaktı. Hayatı boyunca dünya sürgününün bitmesini bekleyecekti.
Email adresiniz gözükmeyecektir. *
Yorumlar(0)